Neredeyse son yarım yüzyılda dünyanın geçirdiği önemli toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimlerin yanı sıra olağanüstü teknolojik değişimlere şahit oldum.
“Sanayi toplumundan”, “bilgi toplumuna” geçişin sancılarını yaşıyoruz.
Bu zaman zarfında yapay zeka, robotlar, akıllı fabrikalar, dijital şehirler, biyomühendislik, nanoteknoloji gündelik sohbetlerimizin bir parçası oldu. Üretim şeklimizden, gezegenimizin kaynaklarını nasıl kullandığımıza, insan iletişimi ve etkileşiminden, iş yapış, çalışma ve yönetim biçimlerine şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş ölçekteki bir dönüşümden geçiyoruz. Kuşkusuz 21. yüzyıl kolektif geleceğimizi şekillendiren kodların yazıldığı bir dönemi temsil ediyor.
Kendime şu soruyu soruyorum: “İnsanlık olarak bu değişim dönüşüm döneminden alnımızın akıyla çıkabilecek, kendi varoluşumuzun yanı sıra tüm dünyayı iyiye götürecek bir geleceği yaratabilecek miyiz?”
Son birkaç hafta sonu Yuval Noah Harari’nin yeni çıkan kitabı 21. Yüzyıl için 21 Ders’i okudum. Kitap insanlığımızın ortak geleceğine dair iki olası senaryoyu geçerli kanıtlar ışığında aklımda daha net bir şekilde canlandırmamı sağladı.
Bu senaryolardan biri daha karanlık, distopik bir geleceğe işaret ediyor; diğeri ise çok daha iyi bir gelecek yaratabileceğimiz vaadi taşıyor.
Bu senaryolardan hangisi gerçekleşecek? Harari de dahil olmak üzere bunu hiçbirimiz bilemeyiz.
Ama yazımda bu her iki senaryoya da dikkat çekerek, iş dünyası olarak kendimize bir ders çıkarabileceğimizi umuyorum. Harari’den aldığım ilhamla ‘kararlarımızı alırken insanlığı ve gezegenimizi, kendi gündelik, kısa vadeli çıkarlarımızın üstünde tutalım’ düşüncesini uygulamayı ve yaymayı amaçlıyorum.
SAPIENS’İN YENİ MEYDAN OKUMASI
Harari bu kitapta odağını Brexit, Trump’ın yükselişi, terörizm, göç, eşitsizlik, iklim değişikliği, hakikat sonrası gibi güncel meselelere ve insan toplumlarının yakın geleceğine çeviriyor. Aynı zamanda 21. yüzyılda devrim niteliğindeki teknolojik gelişmelerin, günümüz insanı açısından çıkarımlarını ele almış.
Robotlar işlerimizi elimizden alacak mı sorusu eski bir tartışma konusu.
19. yüzyıldan bu yana, Sanayi Devrimi’nin başından beri bu kaygıyı yaşıyoruz. Fakat tecrübeler makinelere kaptırılan her iş koluna karşılık yeni yeni iş kollarının yaratıldığını ve ortalama hayat standardının çarpıcı bir biçimde arttığını gösterdi.
Bununla beraber, Harari’nin meselenin bu defa farklı olduğuna dair geçerli tezleri var:
Bu tezlerden birincisi, beyinlerimizin biyokimyasal algoritmalarla işleyen köhne devreler olduğu ortaya çıktı. Bu köhne devrelerden kasıt, homo sapiens türü olarak ne kadar evrimleşmiş olursak olalım şehrin karmaşık yaşamına değil, Afrika savanalarına adapte olmuş içgüdüsel tepkilerle hareket etmemiz. Korkularımız, kaygılarımız, arzularımız, karşı cinsi cezbetmek için yaptıklarımız… Bu tür kararları almada kısa ve kestirme yollara başvuran beyinlerimizin gizemleri git gide çözülüyor. Hal böyle olunca, doğru sensörler ve büyük veriyle donatılmış yapay zekanın insanlara özgü olduğu düşünülen pek çok işi daha isabetli ve güvenilir yapmaması için hiçbir neden kalmıyor.
Beyinlerimizin biyokimyasal algoritmalarla işleyen köhne devreler olduğu ortaya çıktı. Şehrin karmaşık yaşamına değil, Afrika savanalarına adapte olmuş içgüdüsel tepkilerle hareket ediyoruz.
Şahsen ben de, ‘yok canım bir makine bu kadarını da yapamaz’ dediğim durumlarla karşılaştıkça, örneğin duygu, empati ve bilinç yoluyla derin anlamlar keşfetmeyi gerektiren uğraşlara makinelerin giderek daha fazla el attığını; şiir yazan, rüya gören, derin öğrenme yapan algoritmalar hakkındaki haberleri okudukça acaba? diye düşünmeden edemiyorum.
Bu gerçek ışığında Harari şu noktanın altını çiziyor: Sanayi Devrimi’nde, sanayileşmiş ekonomiler imalat bantlarında çalışacak halk kitlelerine ihtiyaç duyarken, 21. yüzyılın yapay zeka çağı kitleleri “işlevsiz” bırakma tehlikesi taşıyor. İnsanların kendilerini yeniden işlevsel kılacak, 21. yüzyıl becerilerini hızla kazanması; üstelik de hızla yenilenen teknolojilerle kendini sürekli tekrar tekrar güncelleyip güncelleyemeyeceği ise bir muamma. Çünkü mevzubahis olan beceriler kısa bir eğitimle edinilebilecek beceriler değil. Sanayi Devrimi’nde tarladan üretim bandına geçiş için kısa bir eğitim yeterli olurken, bugün belli bir teknik becerisi ve derin uzmanlığı olmayan bir çalışanın kendini sanal gerçeklik uzmanı veya insansız uçak operatörüne kısa sürede dönüştürmesi pek mümkün değil.
İnsanların 21. yüzyıl becerilerini hızla kazanıp kazanamayacağı bir muamma.
İkincisi, Harari’nin vurguladığı gibi 20. yüzyıl sınıflar, ırklar ve cinsiyetler arası eşitsizliğin azaltılması etrafında şekillenirken, 21. yüzyıl bambaşka eşitsizlikler doğurabilir. Şimdiden dünyanın en zengin yüzde 1’i dünya servetinin yarısını elinde tutuyor. Akıllara durgunluk veren bir istatistiği eminim sizde biliyorsunuzdur. Dünyadaki en zengin 8 kişinin serveti, en yoksul 3,6 milyar insanın servetinden fazla! Bu gerçeklerden yola çıkarak Harari, insanlar ekonomik değerini yitirirken, biyoteknolojik gelişmelerin biyolojik eşitsizlikler de yaratabileceğini; insan türünün, biri üstün ırk olmak üzere iki biyolojik kasta bölünebileceğini öne sürüyor.
20. yüzyıl sınıflar, ırklar ve cinsiyetler arası eşitsizliğin azaltılması etrafında şekillenirken, 21. yüzyıl bambaşka eşitsizlikler doğurabilir.
Sanırım buraya kadar bizi bekleyen korkutucu ihtimallere yeterince dikkat çektim! Sizi daha fazla karamsarlığa sevk etmeden, bir de birlik olursak neler yapmaya muktediriz ondan bahsedeyim.
BİRLİKTEN KUVVET DOĞAR
Harari kitapta insanlığın karşı karşıya olduğu üç önemli tehdide dikkat çekiyor. Bunlar nükleer savaş, ekolojik çöküş ve yıkıcı teknolojik sıçrama. Hiçbir milletin tek başına çözemeyeceği bu varoluşsal tehditlerin üstesinden gelmek için işbirliğinin şart olduğunu vurguluyor. İnsanlığın hayatta kalması ve gelişmesi için sorumluluğumuzu ve enerjimizi insan topluluğu ve Dünya gezegenine odaklamamız ve bu üç ortak düşmanla mücadele etmemiz gerektiği çıkarımında bulunuyor.
Kanımca günümüzün parçalanan dünyasında bunu başarmak bir ütopya gibi görünüyor. Ama Harari’nin tarihten verdiği bazı örnekler bana umut aşıladı.
Harari’nin insanlık tarihi anlatısına göre önceki yüzyıllarda millet kimliklerinin oluşturulma sebebi, yerel kabileleri aşan ve ancak ülke çapında işbirliğiyle halledilebilecek sorunlarla karşılaşılmış olmasıydı. Bu bağlamda yazarın verdiği Olimpiyat örneği dikkatimi çekti. Kısaca özetlemek istiyorum. Bin yıl önce ortaçağ olimpiyatlarını Rio’da düzenlemek isteseydiniz, bu mümkün olmazdı. Rio, Tupi halkının yaşadığı küçük bir köydü, Asya, Afrika ve Avrupa yerlilerinin Amerika kıtasından haberi bile yoktu. Lojistik ulaşım sorunlarını bir kenara bırakın, dünya çapında herkesin yaptığı pek az ortak spor dalı bulunuyordu. O dönemin gelip geçici siyasi oluşumlarının ne çalacak bir marşı ne de göndere çekecek bir sancağı dahi bulunmuyordu. Bu nedenle 2020’de gerçekleşecek Tokyo Olimpiyatlarını izlerken, ne denli muazzam bir küresel uzlaşmaya tanık olduğumuzu unutmayalım. Bu geçmişteki iyi örneklerden sadece küçük bir tanesi.
Ben geleceğin insanlık adına bugünden çok daha iyi olacağına inananlardanım. Geçmişte bunu başardıysak, şimdide ve gelecekte niye başaramayalım?