Bir ismin kaderi olur mu? Çocukluğumdan beri taşıdığım bu soru, dedemle olan benzersiz bağım sayesinde anlam kazanmaya başladı. Aynı ismi taşımamız, sadece bir gelenek miydi yoksa hayatlarımızın yönünü belirleyen bir kader mi? Bu sorunun cevabını ararken, müzik ve engellerin kesişim noktasında beklenmedik bir yolculuğa çıktım. Okyanus Gönüllü Borusanlılar ile Engelsiz Nota projesine uzanan bir maratona…
Ali’nin ata bakması için ve Işıl’ın da ılık süt içmesi için ısrarcı olduğum zamanlardaydık. Sırtımda kendimden ağır bir çanta ile kapıya güm güm vurdum. Annem kapıyı açtı, çantamı aldı ve işlerine devam etmek için oturma odasına doğru gitti. Bense bir yandan mavi önlüğümün düğmelerini açıyor, bir yandan evin içinde geziniyordum. Çevresindeki gizemli işaretleri ancak 6 yaşında çözebilmiş, çok şey kaçırmış olmanın telaşıyla gördüğüm her harfi ve kelimeyi okumaya çalışıyordum. Girişteki portmantoda yer alan telefonun hemen altındaki telefon rehberini elime aldım ve tek tek isimleri, numaraları okumaya başladım. Birkaç ismi okuduktan sonra heyecanla M harfini açtım ve Mustafa Karaevli ismini gördüm. Hemen yanında bir telefon numarası bile vardı. Elimde fihristle “Anneee” diye heyecanla oturma odasına doğru koşarken Arşimet’ten farkım yoktu. “Anne” dedim, “Bak benim de telefon numaram var.” Annem fihristi eline aldı, baktı ve gülerek yanıtladı: “O senin değil, dedenin numarası yavrum. Onun da adı soyadı aynı ya hani.” Puf diye söndü mutluluğum bir anda. Benden bir tane olmadığını fark ettiğim ilk an o andı.
Köye her gittiğimizde koşarak yatağına atlayıp “Ben kimim, bil bakalım!” diye bağırışlarımızla hatırlıyorum dedemi. En keyifli, en trajikomik körebe oyunlarımızın başkahramanıydı. Gözleri görmediği için sesimizden, kokumuzdan tanırdı bizleri. Ömrü boyunca bizleri dünya gözüyle hiç görmese bile… Ellerinin ve parmaklarının yüzümüzde nazikçe gezinişini, yanaklarımızı sesli sesli öpüşünü, sakallarının yüzümüze batışını, “oy oy oy” diye sevişini unutamıyorum.
Bir yaz tatilinde deli gibi top oynuyorduk. Mahallenin çocukları olarak bisikletlerimize atlayıp buğday pazarından arakladığımız buğday, arpa, çavdar… ne tohumu bulduysak ceplerimize koyup mahallede top oynadığımız arsaya serpiyorduk. Yeşerip yemyeşil bir saha olacak zannediyorduk. Saçlarımızı İlhan Mansız’a, Ümit Davala’ya benzetmeye çalışıyorduk ama aileler devreye girince Hasan Şaş modelini sahiplenmek zorunda kalıyorduk. Ensemiz, ayakkabılarımızın tabanından daha karaydı. Arsa yeşermiyor ama biz toz toprak içinde oynamaya devam ediyorduk. Bir gün, gözlerim kaşına kaşına öğle vakti evde uyuyakaldım. Uyandığımda gözlerimi açtım ama göremiyordum. İçimi bir korku sardı. Dedemle aynı isme ve aynı soy isme sahip olmanın verdiği mutluluk, aynı kadere sahip olma ihtimalinin yarattığı tedirginliği örtemedi o an. “Göremiyoruuum!” diye ağlamaya başladım. Gözlerimi açtığımı zannediyordum ama alerji yüzünden gözlerim öylesine şişmişti ki göz kapaklarım o şişliği aralayamıyordu. Apar topar hastaneye gittik. İğnelerle, ilaçlarla toparladım ama o soru artık aklıma düşmüştü: İsmin kaderi olur muydu?
Dedem, 84 yıllık ömrünün son 23 senesini bir yörük kışlağında -bir evin bir odasında- yanı başındaki eski bir radyo ile geçirdi. Çocukken hep o radyoyla oynamak, bir şeyler dinlemek isterdim. Büyüdükçe o radyonun içinde olmak ve uzaklardan ona seslenmek istedim. Bir şekilde yayına çıksam ve benim adım okunsa dedem kendi adını duysa nasıl heyecanlanır, mutlu olur diye düşünürdüm. Ne yazık ki bu hiç kısmet olmadı. Bir ukde olarak içimde kaldı öylece.
Yıllar geçti, dedem göçüp gitti. O radyo hiç oldu, benim kafa radyom hiç susmadı. Türküler dinledim, söyledim ve enstrüman çalamadığım için hayıflandım durdum. Fark ediyorum ki ben; dedemin de bir enstrüman çalmak isteyebileceğini hiç düşünmemişim, ona hiç sormamışım. Onun o radyodan herkese seslenme ihtimalini aklıma getirmemişim. Bunun mümkün olup olamayacağını bile hiç düşünmemişm. Notaların, görme engelliler için metinler kadar kolay okunamadığını birkaç ay evvel Engelsiz Nota projesi sayesinde öğrendim.
Engelsiz Nota, Eğitimde Görme Engelliler Derneği’nin yürüttüğü kıymetli projelerden bir tanesi. EGED’nin adını ilk kez 46. İstanbul Maratonu’nun bağış için koşanlar listesinde gördüm. Araştırdığımda, görme engelli öğrencilerin ve öğretmenlerin eğitimde fırsat eşitliği elde etmeleri için çeşitli projeler, etkinlikler yürüttüklerini öğrendim. İşte o an, yıllar önce aklıma düşen ve ara ara kendini hatırlatan o soru tekrar kafamda yankılandı: İsmin kaderi olur muydu?
“Bu kaderi kırmalıyım.” dedim ve Okyanus Gönüllü Borusanlılar olarak katılacağımız İstanbul Maratonu’nda EGED’nin Engelsiz Nota projesi için koşmaya karar verdim. Günün en az 8 saatini müzikle geçiren biri olarak 100 müzik eserinin Braille alfabesi ile basılmasının maliyeti olan 60.000 TL’ye ulaşmayı hedef olarak belirledim. 3 Kasım Pazar günü koşuyu tamamladım fakat yalnızca 19 şarkının baskı miktarı kadar bağış toplayabildim.
Bu sadece bir başlangıç oldu benim için. Ne coğrafya ne doğduğunuz ev ne de isminiz sizin kaderinizdir. Bunlar sığınılacak kaleler olmadığı gibi, kaçılacak bir kader de değildir. Ben kaçmıyorum. Mücadeleye ortak oluyorum ve daha iyi bir dünya için koşuyorum.