Bazı Küçük Kabuslar: David Lynch

1502

2002. Antalya. ÖSS sınavından çıkıp eve gidiyorum. Akşam arkadaşlarla lise hayatımızı karartan bu sınavdan kurtuluşumuzu kutlamak için dışarı çıkana kadar, evde doya doya 2 senedir izlemekten mahrum kaldığım filmleri izleyeceğim. İlk olarak “David Lynch yine şaşırtmadı” gibi yorumlarla adını o sene çok duyduğum şu Mulholland Drive’ı izleyeyim diyorum ve filmi başlatıyorum.

Mavi-mor bir fonda gördüğümüz çiftler hareketli swing müziği eşliğinde jitterbug denen tarzda dans ediyor, arkada gölgeler ve silüetler sanki birbiri içine geçiyor. Dansçıların önünde yaşlı bir çift ve sarışın, genç bir kadının imgesi beliriyor; sevinçle gülümsüyorlar. Ara ara müziğin üzerine belli belirsiz, garip uğultular geliyor. Görüntüler bulanık. Hissiyat saykodelik. Sonra ekran kararıyor, huzursuz uğultular da bitiyor. Şimdi buruşuk kırmızı renkli bir çarşafın üstündeyiz. Yastığa doğru gidiyoruz ve yastığın içinden karanlığa gömülüyoruz. Sonraki sahnede gece vakti bir sokak tabelası görüyoruz: MulhollandDr.

David Lynch ile tanıştığım o Haziran gününden sonraki 1 senede bulabildiğim tüm filmlerini izlemiştim. Lynch’in tarzı beni kısa zamanda etkisi altına almıştı. Ama bu bana özel bir durum değildi.  Zıt kavramları yan yana getiren ve doğrusal olmayan, sürrealist anlatımı ile tanınan yönetmen, eleştirmenler tarafından “Amerikan sinemasının rönesansı” olarak adlandırılıyor.

David Lynch zıt kavramları yan yana getiren ve doğrusal olmayan, sürrealist anlatımı ile Amerikan sinemasının rönesansı olarak adlandırılıyor.

60’ların sonunda henüz öğrenciyken çektiği kısa filmlerden başlayarak, neredeyse her filminde hep bir rüyanın içindeymiş gibi hissediyorsunuz; hatta rüyadan uyandığınızda zihninizde kalanların muhakemesini yapar gibi, sanki düşünmekten çok hissetmeniz gereken bir şeyler varmış gibi bir etki… Hemen fark edilen ama anlaması zor bir dil. Literatürde “Lynchvari” kelimesi olarak geçen ve “ürkütücü ile sıradan olanın birleştiği bir ironi türü” şeklinde özetlenebilecek kavramı da bu usta yönetmene borçluyuz.

Lynch aynı zamanda ses kurgusuna da takıntı derecesinde önem veriyor. Her çalışmasında fark edeceğiniz özel ses efektleri Lynch’in hikaye anlatımının en belirgin unsurlarından biri. Yönetmenin transandantal meditasyona olan ilgisi de bahsettiğim rüya ve sürrealizm kavramlarıyla el ele ilerliyor diyebiliriz.

Lynch filmlerini izlerken başlarda yüzeysel, deneyiminiz arttıkça daha derin sorular sorarsınız. “Ben şimdi ne izledim” ile başlayıp “Acaba elektrik telleri neyi sembolize ediyor?” a kadar giden farklı derinliklerde sorular…Belki de en güzeli bunları bir mantığa oturtmaya çalışmamak ve izlediğiniz filmi meditatif ve bilinçsel bir deneyim olarak kabul etmek.

Lynch filmleri, meditatif ve bilinçsel bir deneyim sunuyor.

Kaynak: https://bloody-disgusting.com/

Birkaç yıl önce artık uzun metrajlı film çekmeyeceğini açıklayan David Lynch’in 50 yıllık sinema kariyeri, geçtiğimiz ay aldığı Oscar ödülü ile geç de olsa taçlandırılmış oldu. Sahnede ödülünü yalnızca 2 cümlelik konuşmasıyla alan Lynch’in akademiye gerçekten nasıl bir anlam yüklediği tartışılır ancak dört Oscar adaylığından sonra gelen bu onur ödülü en azından beni biraz tatmin etti.

Bu yazıda sizlere Lynch’in uzun metrajlı filmlerinden beni en çok etkileyen 5 tanesini -zorlanarak- seçip, sondan başa sıralayıp kendimce anlatmak istedim. Yönetmenin bu listeye sığdıramadığım Elephant Man, Inland Empire, Straight Story, Wild at Heart gibi filmlerini de henüz izlemediyseniz listenize almanızı öneririm.

ERASERHEAD (1977)  

Kaynak: http://www.perasinema.com/

Bir film düşünün: Genç bir adam hem yazıyor, hem yönetiyor, hem de filmin prodüktörlüğünü yapıyor. Yetmiyor; filmi kendi editliyor, ses efektleri ve müziklerde de dümeni elden bırakmıyor. Üstelik bu siyah beyaz film, genç yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi!

Eraserhead zihninizi oldukça zorlayacak bir ilk film. Konusuna gelirsek, genç bir çiftin istemeden dünyaya getirdiği garip, et parçası gibi bir bebek, annenin bebeği babaya bırakıp kaçması ve babanın fobiye yakın duyguları ve sanrıları… Başka bir gezegenden bu hikayeyi yönetiyor gibi görünen bir adam ve radyatörde şarkı söyleyen garip yanaklı kadın…

 Filmde, bir dönem öğrenci olarak yaşadığı Philadelphia’nın etkisinin çok yoğun olduğunu ifade eden Lynch, Philadelphia’nın korku ve kasvetli enerjisinin onu çok beslediğini söylüyor. Başroldeki Jack Nance’in Lynch’in Twin Peaks dahil sonraki pek çok projesinde yer aldığını da belirteyim. Eraserhead, ilk kez izleyecek olanların yanında olup tepkilerini keyifle gözlemleyeceğim, ikinci izleyişlerinde ise fikir alışverişinde bulunmak isteyeceğim, eşsiz bir başyapıt.

BLUE VELVET (1986)

Kaynak: http://www.perasinema.com/

David Lynch’in ayırt edici özelliklerinden biri de belli oyuncular ile tekrar tekrar çalışması. Kyle McLaughlin, beraber ikinci filmleri olan Blue Velvet’te 27 yaşındaydı, Twin Peaks ile şöhreti tavan yapacaktı. Henüz 17 yaşındaki Laura Dern’in ise Lynch’le çektiği ilk filmiydi. O da daha sonra Wild at Heart, Inland Empire ve Twin Peaks The Return’de ünlü yönetmenle çalışma fırsatını tekrar yakaladı. Psikolojik gerilim ve noir’ın, seyircileri salondan çıkartacak derecede rahatsız edici birleşimi o dönem oldukça ses getirmişti.

Küçük bir kasabada genç Jeffrey Beaumont’un bahçede çimlerin arasında kesik bir insan kulağı bulmasıyla başlayan hikaye bir süre sonra kahramanımızın yolunu kabare şarkıcısı Dorothy Vallens ve devamlı eter koklayan sapkın sevgilisi Frank Booth ile kesiştiriyor. Hikayenin saf ve samimi genç kızı Sandy’ye yakın hissetse de Dorothy’nin cazibesine de karşı koyamayan Jeffrey, ona yardım etmeye çalışırken kendi içindeki karanlığı keşfediyor. Filme adını veren, 1963 yılına ait Bobby Vinton şarkısı Blue Velvet  Lynch’in o çok sevdiği nostaljik Amerikan banliyö mutluluğunu anımsatsa da Roy Orbison’un In Dreams’i, filmin asıl vurucu şarkısı olabilir.

LOST HIGHWAY

Kaynak: https://3.bp.blogspot.com/

“Möbius şeridi” nedir bilir misiniz? Elinizde, kağıttan bir şerit olsun. Şeridin uçlarından birini kendi etrafında döndürdüğünüzü ve sonra iki ucu birleştirdiğinizi düşünün. Dış yüzeyden iç yüzeye geçen, aslında tek düzleme sahip bir çemberiniz oldu… Lost Highway’de izleyicinin zihninde film böyle akıyor. Caz müzisyeni Fred mutsuz, bıkkın bir hayat sürerken yetmiyormuş gibi karısı Renee tarafından aldatıldığından da fena halde şüpheleniyor. Kendini birden karısının cinayetiyle suçlanmış buluyor ama hiçbir şey hatırlamıyor.

Möbius şeridimiz burada kıvrılıyor.Genç bir oto tamircisi olan Pete, onu baştan çıkaran femme fatale Alice’e kapılarak kendini bir kandırmacanın içinde, mafyayla karşı karşıya buluyor. Hem Renee hem de Alice rolünü Patricia Arquette’in oynaması da bu iki hikayeyi yüzeysel anlamda birbirine bağlıyor. Möbius şerit sayesinde hikaye başlamıyor, bitmiyor, devam edip gidiyor.

Yine tedirginlikler, gizemler, karanlık ve sessiz çekimler, psikanalizler, doppelgängerlar… Lynch, neo-noir tarzının en iyi örneği olarak gösterilen Lost Highway’de, meşhur OJ Simpson davasında nesinlendiğini söylüyor. Filmin en rahatsız edici karakteri olan Gizemli Adam rolündeki Robert Blake’in filmden birkaç yıl sonra kendi karısını öldürme suçundan yargılanmış olması ise ürpertici bir tesadüf. Listemdeki bir sonraki film ile de benzer noktalara sahip: çift karakterler, ikili hikaye anlatımı, hikayelerin kesişiyor olması ve elbette Los Angeles…

Lost Highway neo-noir tarzının en iyi örneği olarak gösteriliyor.

MULHOLLAND DRIVE (2001)

Mulholland Drive listemde birincilik ile ikincilik arasında gidip geldi ve sonunda çok yakın bir ikinciliğe sahip oldu. Yazımın başında tarif ettiğim açılış sahnesinden filmin sonuna kadar sembolizm ve derinden etkileyen rüya hissi ile örülü olan film, tüm kişisel yorumlar bir yana, Hollywood’da insanların yaptığı seçimler ve bunların acımasız sonuçlarını düşündürtüyor.

David Lynch’in imzası haline gelen afallatıcı ses oyunları, restoranın arkasından çıkan “öcü”, Rita’nın güzelliği, Betty’nin beklenmedik oyunculuk yeteneği, tuhaf yaşlı çift ve elbette “No hay banda!” … Naomi Watts’ın performansı ise tek kelimeyle büyüleyici. Henüz izlemediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum. Özellikle Lynch dünyasına ilk girişiniz olacaksa mükemmel bir başlangıç olacaktır.

Mullholland Drive, Lynch dünyasına giriş yapacaklar için mükemmel bir başlangıç.

TWIN PEAKS – TV Dizisi ve Film (1990-91, 2017)

Küçük bir kasaba. Kasabanın gözbebeği 17 yaşında bir kız ve bir sabah göl kenarına vuran plastiğe sarılı cansız bedeni… Devamlı kahve ve turta yiyen polisler, etrafı saran köknar ağaçları ve baykuşlar… Twin Peaks, 90’ların TV anlayışını tamamen yıkan, “normal görünen ama gizemli sırları olan küçük kasaba” konseptini izleyici ile ilk kez tanıştıran, X-filesLost, Desperate Housewives, Mr Robot gibi pek çok yapıma öncülük etmiş efsanevi bir proje.

1990-1991 yılında ABC kanalında iki sezon boyunca gösterilen Twin Peaks, lise öğrencisi Laura Palmer’ın esrarengiz cinayetini aydınlatmak için FBI ajanı Dale Cooper’ın Twin Peaks kasabasına gelişi ile başlasa da izleyicileri yavaş yavaş çok daha gizemli ve karmaşık bir hikayenin içine çekiyordu. Lynch’in az işiten FBI ajanı Gordon Cole rolü ile bizi ekstra mutlu ettiği dizinin pek çok soru işaretiyle ve “25 yıl sonra görüşürüz” repliğiyle bitmesi, hayranları her zaman bir devam beklentisi içinde tuttu.

Twin Peaks izleyicileri gizemli ve karmaşık bir hikayenin içine çekiyor.

Dizinin finalinden 1 yıl sonra çekilen “Fire Walk with Me” ise Laura cinayetinin öncesini anlattığı için bazı önemli ipuçları barındırsa da pek çok açıdan yeni sorular doğuruyordu, bir devam sayılmazdı. Gerçekten de 25 yıl sonra dizinin 3. sezonu ile geri dönmesi hayranları için tarif edilmez bir kavuşma anıydı. Dizinin 3. sezonu elbette aradan geçen 25 yıl düşünülürse oldukça farklı bir stile sahip ve algının sınırlarını zorluyor, hatta aşıyor. 4. bir sezonun olup olmayacağı ise hâlâ net değil.

Henüz izlememiş olanlar için Twin Peaks’in gerçek mesajının ne olduğunu spoiler vermeden anlatmak çok zor. Yıllar içinde benim zihnime en iyi oturan teori, Twin Peaks yazısında “Peaks’in 80’lerin sonunda TV’de yaygınlaşan “fast-food cinayetler” olgusuna bir tepki olarak yaratıldığı yönünde. Twin Peaks hızlı tüketilecek bir dizi değil. Yıllar geçse de güncelliğini koruyan, sizi içine alan bir hikaye. Bu konuda sayfalarca yazabilirim ancak düşüncelerinizi etkilememek ve sizi sıkmamak adına yazımı Lynch’in cümleleri ile tamamlamayı seçiyorum:

Hikayeyi noktalama. Son zamanlarda bunu sıkça duymaya başladım. Her izleyici televizyonda bir şeyi izlerken son 15 dakikada hikayedeki olayın nihayete ereceğini bilir. Bu uyuşturucu gibi bir şey. Bir TV dizindeki soru işaretleri cevaplandığında, artık izlediğiniz o hikayeyi tamamen unutup sonraki hikayeye geçebilirsiniz. Bana göre “Twin Peaks” in güzelliği burada saklı: İzleyiciyi ters köşeye sıkıştırıyor ve aklınızdan hiç çıkmıyor.”

Ayşenur Kurt
YAZAR HAKKINDA

Ayşenur Kurt

Ayşenur Kurt Evren, Borusan Otomotiv’de BMW Dijital Pazarlama Yetkili Uzmanı ve 2012 yılından beri Borusanlı. Brezilya kültürünü ve Portekizceyi tarifsizce seven Ayşenur, aynı zamanda amatör bir vokalist ve grunge müzik hayranı. Anahtar kelimesi ise ‘Hoşgörü’.