Minimalist yaşam… Hep duyduğumuz ama kenarından yürüyüp geçtiğimiz ifadelerden biri daha. Son zamanlarda zihnim tek bir sorunun etrafında dönüp duruyor. “Sahip olmak mı yoksa olmak mı?” Sahip olmak ile dolabımda gün yüzüne çıkmayı bekleyen bir sürü kıyafetimi, bir gün lazım olur diye aldığım fakat hiç kullanmadığım birçok aksesuarı ve odamda yer kaplayan, atmaya kıyamadığım eşyalarımı kast ediyorum. Olmak ise, daha derin bir anlam barındırıyor, yaşam yolculuğumuzun en temel iki sorusuna odaklanıyor: “Ben kimim?”, “Varoluşumun amacı ne?” Beynimi bir kitap gibi avuçlarımın arasına almış, satırlarını okumaya ve anlamaya çalışıyorum.
Nispeten küçük bir alanda ve az eşya ile yaşamaya başlamam bir karavan vesilesiyle oldu. Özgür ruhluluk ve maceraperestlik içeren bir hikaye anlatmayacağım. Karadeniz’in yemyeşil doğasında dünyaya merhaba diyen, doğa tutkunu bir anne babanın kızı olarak, doğadan ayrı büyümem düşünülemezdi elbette. İstanbul’un akciğerleri olarak bilinen, şehrin en kuzeyinde yer alan Sarıyer – Kilyos’taki ormanlık bir alanda keşfettiğimiz karavan köyünün sakini olmaya karar vermiştik uzun süre önce. İş ve okul hayatlarımıza şehir merkezindeki evimizden devam edecek, geri kalan tüm zamanlarımızı ise karavanda geçirecektik.
KARAVAN YAŞAMINDAN ÖĞRENDİKLERİM
Bir karavanda yaşamayı şöyle tarif edebilirim size. Öncelikle şehrin rahatlığını geride bırakıyorsunuz, maksimum alan yaratılması amacıyla karavanın içine yerleştirilen minicik dolaplara 2-3 parça eşyanızı sığdırmanız gerekiyor. Yatağınız ise gerektiğinde toplanıp, masa haline getirilebilecek şekilde dizayn edilmiş. Ormandan karavanınıza gelen su her daim buz gibi, bu sebeple sıcak su ile duş alabilmek büyük bir lüks. İlla sıcak su ile duş almak isterseniz, bir süre güneşte bırakılıp, doğal yollarla ısınan suyu kullanabilirsiniz. Elektriğiniz mevcut fakat her an gitme ihtimali var. Beklenmeyen bir anda giden elektrik, aile üyelerinizle ve dostlarınızla oturup, yıldızlara bakarak çay içerken sohbet etme fırsatı yaratabiliyor. Çünkü yıldızların ne kadar parlak olduğunu karanlıkta fark ediyorsunuz. Sabah kahvaltınızı hazırlarken, kendi yetiştirdiğiniz sebzeleri bahçenizden kendi elinizle kopartıyorsunuz. Bir domates tohumunun toprağa bırakıldığı andan itibaren nasıl büyüdüğünü izliyor ve tüm cömertliği ile size sunduğu domatesleri keyifle ve doğaya minnetle yiyorsunuz. Karavanda yaşam, sevdiklerinizle ve doğa ile kopan bağların güçlendiği bir yaşam tarzı.
Karavan köyün bir parçası olunca, doğadaki binbir çeşit canlıyla da etkileşime giriyorsunuz ve doğayı çok daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz. En çok ilgimi çeken ise beni “yavaş yaşam” tarzı ile kendine hayran bırakan bir kaplumbağa ile karşılaşmak oldu. Evini sırtında taşıyan ve hayatında aceleye yer olmayan bu canlı, modern şehir yaşamında devamlı bir yerlere yetişme telaşında olan bizlere çok şey anlatıyor aslında. Ve dünya üzerinde en uzun süre yaşayan hayvanlardan birinin kaplumbağa olması da bu sebeple tesadüf değil. Her gün aynı saatte bahçemize gelip uzayan otları sakince yiyen bu canlı, her seferinde “bu hayatı biraz daha basit yaşayın, onu karmaşık hale getiriyorsunuz” bakışı attıktan sonra yavaş adımlarla gözden kayboluyor.
Karavanda yaşam, sevdiklerinizle ve doğa ile kopan bağların güçlendiği bir yaşam tarzı.
TÜKETİM TOPLUMUNDAN PAYLAŞIM TOPLUMUNA
İhtiyaçlarımıza yönelik faydalı ve çeşitli ürünlerin üretilip bizlere sunulması, insanlık tarihinin eşsiz ilerlemesinin önemli bir sonucu elbette. Tıpta, teknolojide, doğa bilimlerinde yaşanan gelişmeler, Homo Sapiens’in bitmek bilmeyen merakının oluşturduğu evrensel mirasın bir tezahürü. Fakat bir yandan da oluşturulan tüketim toplumu, üyelerini zaman zaman buhrana sürükleyebiliyor. Ortaya çıktığı ilk günden beri önce hayatta kalma savaşı verip, bunda başarıya ulaştıktan sonra varoluşunu sorgulamaya başlayan insanın varoluşunu “tüketmek ve sahip olmak” ile anlamlandırıyor olması, bir süre sonra karakter aşınması yaşamasına sebep olabiliyor. Sahip Olmak ya da Olmak kitabının yazarı Erich Fromm’a göre, nesnelere sahip olmak, onları elde edip kendi egemenliğine almak ve saklamak türündeki bir tutku, insanın doğumu ile birlikte onda var olan bir duygu değildir, toplumsal gelişmelerin ve koşulların insan türü üzerinde etkili olması sonucu ortaya çıkar. Buradan şu sonucu çıkartabiliriz, kendi özgür irademiz ve bilincimiz ile birlikte ihtiyaç fazlası tüketimi durdurabilir ve daha paylaşımcı bir toplum inşa edebiliriz.
İhtiyaç fazlası tüketimi durdurabilir ve daha paylaşımcı bir toplum inşa edebiliriz.
“Peki bunu nasıl yapabiliriz?” sorusuna cevap ararken, minimalizm ve minimalist yaşam kavramları ile karşılaştım. Minimalizm, en basit ifadesiyle 1960’lı yıllarda ortaya çıkan bir sanat akımı olarak tanımlanabilir. Nesnelerin ve mekanların sadeliğine ve işlevselliğine odaklanan, abartıdan ve aşırı tüketimden uzak durmayı benimseyen bu akım, zamanla bir yaşam felsefesine dönüşür. Günümüzde oldukça popüler olan bu düşünce akımının, Eski Yunan’da bile gündemde olduğunu öğrendiğimde oldukça şaşırmıştım. Eski Yunan’daki en ünlü filozoflardan biri olan Platon der ki “Önemli olan hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.” İçsel zenginliğimiz ne kadar çok olursa, dışarıdan bir şey almaya o kadar az ihtiyaç duyarız. Böylelikle kendimizi çok daha özgür hissedebiliriz. Kendi içimize, kendi ağırlık merkezimize yapacağımız bir yolculuk, içsel aydınlanmamızı yaşamamıza vesile olacaktır. Belki bu şekilde mutluluğu tüketmekte değil, paylaşmakta bulacağız.
İçsel zenginliğimiz ne kadar çok olursa, dışarıdan bir şey almaya o kadar az ihtiyaç duyarız.
Minimalizmi ve minimalist yaşamı bir hayat felsefesi olarak benimsemek belki ruhlarımızı hafifletebilir. Kullanmadığımız fazlalıklardan kurtuldukça, hatta bir fırsatını bulup, bu fazlalıkları sosyal ağlar üzerinden ihtiyacı olanlarla paylaştıkça ve paylaşıma dayalı bir insanlık zinciri yarattıkça varoluşumuzu anlamlandırabiliriz. Hayatı uzunlamasına değil, derinlemesine yaşayabilirsek, kaygılarımızı azaltabiliriz. Belki de kullandığımız “şeylerin” markalarına ve sayılarına değil, işlevselliklerine bakma zamanı gelmiştir. Sadeliğin güzelliğini belki bu şekilde keşfedebiliriz.
Bir çocuk kitabı olarak yazılan fakat her yetişkinin okuması gereken Küçük Prens isimli kitapta Antoine de Saint Exupéry’in de dediği gibi, “Kıtlık ekmeğin paylaşılmasına yol açar. Ekmeğin paylaşılması ise ekmekten daha tatlıdır.”