Saygı, Üslup ve Ahenk

1824

Merhaba, ben Çiğdem. Borusan Sanat çalışanıyım. Konserler düzenleriz biz. Konserlerimize gelenlerinizle yolumuz muhakkak kesişmiştir. Konsere gelenlerle çalan müzik eşliğinde duygularımız da muhakkak kesişmiştir. Sahnede onlarca enstrüman olur. Hepsinden sırası gelince, zaman zaman aynı anda, zaman zaman birbirinin peşi sıra ses çıkar. Zaman zaman bir süre sessiz kalanlar olur. Sessiz kalanlar, vakti gelince diğer seslere kendi rengi ile dahil olur. Çok sesli müzik bu anlamda büyüleyicidir. Sanırım o salonda olanlarınızla aynı anda büyülenmişliğimiz çoktur. Hüzünlendiğimiz, coşku duyduğumuz, neşe dolduğumuz… Üç kişi yan yana geldiğimizde beceremediğimiz konuşma diline inat, 80-100 çalgı, her biri kendi dilinde yakaladığı ahenkle, uyumla izleyiciyi büyüler. Anahtar kelime ahenktir. Çünkü ahenk çok şeydir. Ahenk her şeydir. Eve gittiğimizde, çocuklarımıza seslendiğimizde, annemize “efendim” deyişimizde, işe döndüğümüzde, yemekhaneye indiğimizde, bir malı ürettiğimizde, bir arabayı müşteriye teslim ettiğimizde; yalnızken, beraberken hayata kattığımız ahenk iç huzurumuz kisvesinde hep yanı başımızda durur. Ahenk uyumu, uyum huzuru, huzur mutluluğu getirir.

Üç kişi yan yana beceremediğimiz konuşma diline inat, 80-100 çalgı, her biri kendi dilinde yakaladığı ahenkle izleyiciyi büyüler.

Ben işin bu noktaya gelene kadar olan kısmında varlık gösteriyorum aslında. Konsere gelen davetliler, talep için ilk önce bana ulaşıyorlar. Sezonluk bilet alacak olan bazı müşterilerimiz (Gold kart sahibi üyelerimiz) de işlemler için benden destek alıyor, bazı sezonluk bilet (Klasik kart sahibi olan üyelerimiz) ya da münferit bilet alacak olan müşterilerimiz de satış kanalımız olan Biletix ile bir sorun yaşadıklarında, sorunun giderilmesi için bana ulaşıyor. Yani Lütfi Kırdar’ın 1709, Süreyya Operası’nın 556, Enka Oditoryumu’nun 375 kişilik salonlarında her koltuk sahibinin memnuniyeti ya da memnuniyetsizliğinden haberdar oluyorum. Konserlerimizi huzurlu, mutlu seyredebilmeleri için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Gün içerisinde çok fazla insanla muhatap oluyorum. Herkes kendi hikayesiyle, kendi hisleriyle, kendi sevgisiyle ya da öfkesiyle iletişime geçiyor benimle.

Genelde çok naziktir bizim izleyicimiz. Rafine bir zevkin sahipliğinin hakkını verirler. Genelin dışında kalan kimi kümeler ise bazen beni güldürür, bazen üzer, bazen sinirlendirir. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”cular vardır misal. Bilmem de gerçekten. “Hele birkaç davetiye yolla da belki geliriz”ciler vardır mesela. Yollamam. “Lütfen, n’olur, ayakta da olsa olur ricalarından, piyanistin elini görecek yer veriver canım”cılar vardır misal. Bir de geniş bir küme var ki hepsi Ahmet Bey’in ya da Zeynep Hanım’ın anaokul, ilkokul, lise, mahalle, üniversite arkadaşı. Kendilerince bunun en büyük kanıtı da kendilerine sadece isimleriyle hitap etmeleri. Bunun gerçek olmadığını anladığınızı anladıklarında dil daha bir kabalaşır hatta tehdit içeren cümleler sıralanır. Çok ironik gelir bana, bu tip insanların o melodilere, kaba saba benlikleriyle ulaşma çabası.

NEZAKET LÜTUF DEĞİL

Neticede iş hayatı durum ve mekan ilişkisi içerdiği için karşı tarafa göstereceğimiz nezaket lütuf değil, olmazsa olmazımız olmalıdır. Kullandığımız dil de bizim enstrümanımız. Onu kullanırken gerektiği yerde, gerektiği ölçüde ses vermeyi becerebilmeliyiz. Çok seslilikte en çok sesi çıkaran kazanmaz. Bazen bütün orkestra susar, bir keman sizi alır götürür başka dünyalara. Hitap da böyledir. Hatibin en büyük silahı dilidir.

“Çok seslilikte en çok sesi çıkaran kazanmaz. Bazen bütün orkestra susar, bir keman sizi alır götürür başka dünyalara. Hitap da böyledir.”

Asım Bey dönemi işe girdim ben. Kendisinin ilkelerine bağlılığını, dürüstlüğünü, kibarlığını, insana verdiği önemi görme şansım oldu. Asım Bey kibarlığı, ölçüsü, idealleri ve ne istediğini bilen istikrarlı tavrını da katarak bu şirketi kurdu. Sonra herkes farklı yerlerden geldi, işe dahil oldu. Sonra bizler farklı farklı yerlerden geldik: Farklı ailelerden, farklı kültürlerden, farklı coğrafyalardan…

Hepimiz birer birer ayrı karakterleriz. Hepimiz geçmiş tecrübelerimizi gelecek umutlarımızla harmanlayarak dahil oluyoruz şu ana. Bambaşka geçmişlerden geliyoruz, bambaşka geleceğe gitmek istiyoruz. Aynı binada farklı hayaller yeşertiyoruz. Dolayısıyla konuştuklarımız, sustuklarımız hep farklı. Olması gereken gibi. Mesele bu değil zaten. Farklı dillerle ortak bir dil oluşturabilmek mesele. Mesele konuşurken kendini ifadede, üslup olarak ortak bir paydada buluşabilmekte.

İŞTE VE EVDE HUZURUN SIRRI

Öyle günlerden geçiyoruz ki haberleri “tüh, vah, yazık” demeden seyredebilen biri olduğunu düşünemiyorum. “O bunu dövmüş”, dendiğinde içimizde şiddete uğrayanın hak ettiğini düşünen kimse yoktur sanırım. Şiddete karşıyızdır. İşte tam da bu noktada kabalığın, saldırganlığın, raconun, maçoluğun prim yaptığı bu günlerde zarafetimizle fark yaratabiliriz belki de. Okuyunca kızdığımız, seyretmeye tahammül edemediğimiz, duyunca üzüldüğümüz bütün üçüncü sayfa haberlerinin beşiği kullanmaya sakınmadığımız hoyrat dilimiz.

Kimse kimseyi “Canım benim, rica ederim, teşekkür ederim, teveccühün” kelimeleri eşliğinde dövmüyordur, öldürmüyordur herhalde. İki adapsız lafımızla katil, cani olmayacağımızı biliyorum elbette. Ama “Neden bizim bir farkımız olmasın?” diyorum. Neden kendimizi kelimelerle ifade edemeyelim? Hem ne oluyor biliyor musunuz? Bağırıp çağırmadan, sakince kendimizi ifade etmek duyulmamıza, görülmemize, karşı tarafın kendisini bir an için bizim yerimize koymasına, hatasını kabule, bir daha bizi incitirken düşünmesine, dolayısıyla çözüme yol açıyor. Biz de annemize babamıza söven birini dinlemeyiz herhalde. Ya kaçmak ya daha çok bağırmak isteriz. Ancak biri dürüstçe ve içtenlikle gelse; nerede, niçin darıldığından bahsetse ister istemez bir ayna tutar benliğimize. Yani hoyrat dilimiz değil, asıl oluşturabileceğimiz uysal, samimi ortak dilimiz, bizi hedefimize tül gibi yumuşacık ulaştıracak güçte. Dil çok güçlü bir öğe. Dil birleştirir, ayırır, dağıtır, toparlar. Kullandığımız dile dikkat, kendimize saygı, karşımızdakine özen demektir.

Dil birleştirir, ayırır, dağıtır, toparlar. Kullandığımız dile dikkat, kendimize saygı, karşımızdakine özen demek.

Bu anlamda ben belki de şanslılardanım. Çalıştığım insanlarla aynı dili konuşuyor, hayata aynı pencereden bakıyor, benzer duygularla hareket ediyoruz. Aramızda bu tip çatışmalar hiç yaşamadık. Birbirimize kızdığımız, alındığımız zamanlar elbette oluyordur. Ancak bunun ifadesini, duygularımızı küfür, hakaret vs. içermeyen kelimelerle yapabiliyoruz. Çünkü biz ortak hedefte, yarın yüz yüze bakacağımızı bile bile, anlaşılmak odaklı, varsa hatamızı düzeltebilme olasılığı ile, ezcümle bağcıyı dövmek için değil üzüm yemek bilinciyle hareket edebiliyoruz. Herkesin herkesi sevmesi şart değil bir iş yerinde ama saygı olmazsa olmazı bu tip mekansal ve durumsal birlikteliklerde.

Herkese tavsiye ederim. Sabahları işe mutlu gelip, akşamları eve huzurlu gitmek elinizde, yani dilinizde.

Çiğdem Açan
YAZAR HAKKINDA

Çiğdem Açan

Çiğdem Açan, 18 yıldır Borusan Sanat çatısı altında, Gişe, Protokol ve BiFOKART Programı Yöneticisi olarak çalışıyor. 3 yaşından beri bisiklete biniyor, 5 yaşından beri eline ne geçerse okuyor, 5,5 yaşından beri aklına ne gelirse yazıyor. 3 yıldır Cicoz isimli tekiri ile yaşıyor. Bir çocuk annesi. Hayatta en çok oğlunu ve hayvanları seviyor.