Yapay Zeka: Dost Mu, Düşman Mı?

1308

80’li yılların sonuna yaklaşıldığında, genç bir mühendis olarak zihnimi meşgul eden iki konu vardı: Berlin duvarının yıkılması ile sonuçlanacak gelişmeler ve fabrikalarda boy göstermeye başlayan robotlar. Robotların üretim tesislerinde her geçen gün artan rollerini ilgi ile izliyordum. Ancak yıllar içinde robotlar, insanların yerini almaya başladığında, önceleri oluşan memnuniyetin, zamanla yerini derin bir kaygıya bıraktığını da gözlüyordum.

Sanayiciler memnundu, ne de olsa robotlar en tehlikeli işleri son derece hızlı ve kaliteli yapabiliyor, aynı zamanda iş kazası ihtimaline geçit vermiyordu. Geçen kısa süre içinde robotların yaygınlaşması ile mavi yaka çalışanların işsiz kalmaya başlayabileceği görüşleri dillendirilmeye başlanmıştı.

Yaygınlaşma ile birlikte de, konu eğitimin gündemine de oturuyor ve yüksek lisans/doktora derslerinin adlarının önüne “bilgisayar destekli” ibaresi ekleniyordu. Büyük bir ilgi ile bu dersleri anlamaya çalışırken, zaman zaman gerçekten insanların işsiz kalmasına hizmet mi edeceğiz diye düşünmedim değil.

Yıllar, bu tartışmaların gölgesi altında ama kendi mecrasında akıp gitti. 90’lı yılların ilk yarısına ulaştık ve gördük ki; robotların üretimdeki ağırlığı iyice hissedilir olmuş, beklenenden daha fazla yaygınlaşmış robotlar. O dönem, korkulanın başa geleceğine neredeyse emindik ancak gelişmeler buna işaret etmiyordu işte: Robotların sayısı artıyor ama işsizlik artmıyordu. Peki, ne oluyordu da korkularımız boşa çıkıyordu?

Robotlar üretimdeki fiziki faydalarının yanı sıra planlama ve karar verme aşamalarında da rollerini arttırmaya başladılar.

Zamanla görüldü ki, robot teknolojisinin gelişmesiyle yeni iş alanları doğmakta, robotların tasarımı, üretimi, satışı, montajı gibi süreçler için nitelikli insan gücüne ihtiyaç artmaktaydı. Ayrıca hızlı ve firesiz üretim sayesinde ürün maliyetlerinde düşüşler oluşmakta, çok sayıda ürünün ucuzlaması ile daha çok tüketiciye ulaşılması mümkün olmaktaydı. Artık konu gündemden düşmüştü ve korkuların yersizliğinden emin olmanın verdiği ivme ile robotlar sessizce ama daha kuvvetli bir biçimde yaygınlaşmaya devam etti. Öyle ki üretimdeki fiziki faydalarının yanı sıra, planlama ve karar verme aşamalarında da rollerini arttırmaya başladılar.

Siber-fiziksel sistemler sayesinde; birbirleriyle, ürünlerle hatta müşteriler ile makineler arasında haberleşme inanılmaz bir şekilde artmaya başladı. Önceden tek bir ürün tipini üretebilen seri üretim hatları, artık bu yeni nesil haberleşme ve veri işleme yeteneği sayesinde binlerce çeşit ürün seçeneğini aynı üretim hattında art arda üretebilir hale geldi. Bunun da ötesinde müşteriden gelen siparişlerin işleme alınması, önceliklendirilmesi, hammadde hareketlerinin de göz önüne alınarak üretim ve ikmal operasyonlarının planlanması, artık akıllı makinelerden beklenir oldu. Çok yeni de olsa, sanal ortamda kişiselleştirdiğimiz ürünlerin, doğrudan üretim planına alınarak insan eli değmeden üretilmesine ve sahibine teslim edilmesine başlandı bile.

AKILLI MAKİNALARDAN ÖĞRENEN MAKİNALARA NEREYE

Makina öğrenmesi (machine learning) kavramı, robotlar sonrasındaki adım olarak hızla hayatımıza girmeye başladı. Bu makinalar artık, robotlarda olduğu gibi körlemesine kendisine verilen komutları yerine getirmekle kalmıyor; iş yaparken, bir yandan da işlerini daha iyi yapmak için yeni yeni yöntemleri kendi kendilerine geliştirebiliyorlar.

Artık tartışmaya değer yeni bir kaygımız var: Akıllı makineler bu gidişle bir gün insanlığı ele geçirecekler mi?

Böylelikle artık tartışmaya değer yeni bir kaygımız var: Akıllı makineler bu gidişle bir gün insanlığı ele geçirecekler mi? Bu kaygı “işini kaybetmenin” çok daha ötesinde, varoluşumuzla ilgili. “Akıllı makine”, “robot” tanımları bu tehdit için o kadar basit kalıyordu ki, onlara kendimizle yarışabilecek bir ad bulduk: “Yapay zeka”

Aslında, “yapay zeka” kavramının geçmişinin modern bilgisayar bilimi kadar eski olduğunu söylemek mümkün. Fikir babası, “Makineler düşünebilir mi?” sorusunu ortaya atarak makine zekasını tartışmaya açan Alan Turing. Turing’i aynı zamanda, Enigma makinesinin şifre algoritmasını çözmeye çalışan matematikçilerin en ünlülerinden biri olarak tanıyoruz. O dönem İngiltere’de, Bletchley Park‘ta şifre çözme amacı ile başlattığı çalışmalar, veri işleme mantığı ve makine zekası kavramının oluşmasına sebep olmuştu.

Günümüze kadar uzanan gelişmeler, pek de sevimli olmayan soruları, daha sık sorulur hale getirdi. İnsanlar tarafından geliştirilmiş bir bilgisayar programı, daha sonra kendi kendisinin akıllı sürümlerini geliştirebilir mi? İnsanoğlu için gerçekten böyle bir tehlike işareti var mı? Maryland Üniversitesi’nde yapay zeka araştırmaları yürüten Dr. Don Perlis “İnsan olmayan bir yapının, zeki olması fikri, insan bünyesine pek huzur verici nitelikte değildir” diyerek bu kaygıları açığa çıkarıyordu.

Buna karşın, Google Brain (Google Beyni) adı verilen projeyi yürüten, Stanford Üniversitesi profesörü Andrew Ng aşağıdaki ifadesi ile içimize bir miktar su serpmekte. Prof. Ng diyor ki;

“Şu andaki bilgisayarlar daha şimdiden insanlar tarafından yapılan birçok işi yapabiliyor. Ancak insan benzeri bir zekaya sahip olmalarına henüz zaman var. Bana kalırsa henüz tekillik noktasından çok uzaktayız. Günümüzdeki pek çok yapay zeka uzmanı buna ulaşmaya çalışmaz bile.”

Bill Gates, Elon Musk gibi geleceği yaratanlar ve Stephen Hawking gibi geleceği okuyanlar haklıysa, yapay zekaya sahip makineler ile er ya da geç karşı karşıya geleceğiz.

Eğer Bill Gates, Elon Musk gibi geleceği yaratanlar ve Stephen Hawking gibi geleceği okuyanlar haklıysa, yapay zekaya sahip makineler ile er ya da geç karşı karşıya geleceğiz. Örneğin kendi kendini sürebilen otonom aracınızla alışverişe gitmek için yola çıktığınızda, müdahale edip “servis zamanı” diyerek planlarınızı değiştirebilecek. Otonom araçlar konusundaki ilerlemelerin ne aşamaya geldiğini merak edenlere tavsiyem, Ohio State Üniversitesi’nde ilgili bölümün yöneticileri olan Prof. Özgüner ve Prof. Güvenç’in çalışmalarını incelemeleri olur.

VAROLUŞUMUZU SORGULATAN GELİŞMELER ÇOKTAN GERÇEKLEŞİYOR

Tüm gelişmelere rağmen önemli sayıda bilim insanı ise “insanlığı tehdit edebilecek makineler düşüncesi çoğunlukla makinelerin duyguları ve bilinçleri olabileceği varsayımından kaynaklanıyor; bu ise mümkün değil” görüşündeler. Bu görüşe göre; makineler satranç da oynasa, araba da kullansa, yaptığı bu işlerden zevk alması mümkün değil. Çimleri biçen bir çim makinesinin çimlerin kokusundan, çay makinesinin çayın tadından habersiz olması gibi, yapay zekâ da yaptıklarından habersiz, bizim verdiğimiz görevleri yerine getiriyorlar.

Bu görüşlerin çokça dillendirildiği bir sırada, Google’ın, 16 bin bilgisayardan oluşan bir yapay sinir ağı (neural network) inşa ettiğini,  bu bilgisayar kümesinin, YouTube üzerinden milyonlarca kedi videosunu tarayarak, kedi gördüğünde onu diğer cisimlerden ayırt edebilecek şekilde kendisini eğittiğini unutmayalım. Düşünebiliyor musunuz? Tıpkı bir bebeğin doğumundan itibaren gözlemlediği sayısız şeyden çıkarımlar yaparak bir nesneyi ayırt etmesi gibi… inanması gerçekten güç…

Bu noktada, Oscar ödüllü animasyon kahramanı Wall-E’yi hatırlayalım; Gelecekteki insan profilini; teknolojinin esiri olmuş, tembellikten tükenmiş bir şekilde çizen filmde, insanoğlu aşırı kirlenme sebebiyle Dünya’yı terk edip başka bir gezegende yaşamaya başlamıştır. Çöplerle çevrili Dünya’yı temizleme görevi ise sevimli bir robota, Wall-E’ye verilir. İnsanoğlunun bıraktığı çöplerden kendine yeni bir dünya yaratan Wall-E’nin yalnızlığı, başka bir robot olan Eve’nın gelmesiyle son bulur. İki sevimli robotun arasında filizlenen dokunaklı ilişki, türlü zorluklara rağmen ayakta kalır ve bu aşk Dünya’nın kurtuluşuna sebep olur.

Ne dersiniz korktuğumuz başımıza gelirse, sorumlu biz insanlar mı olacağız yoksa Wall-E mi?

Murat Yıldırım
YAZAR HAKKINDA

Murat Yıldırım

Murat Yıldırım, Borusan ArGe Genel Müdürü. Daima üreten, fark yaratmayı hedef edinmiş, mükemmele odaklı bir düşünce adamıdır.